İspanya denildiğinde akla gelen ilk şehir neredeyse hiç kimse için Madrid değil, Barselona’dır. Oysa Madrid, lezzetli tapasları, dünyaca ünlü müzeleri ve dikkat çekici mimarisiyle ünlü, harika bir şehir. Bu arada tapas’ın ne olduğunu merak ediyorsanız, ‘tapa’, küçük bir yiyecek porsiyonu (ya da ‘lokma’) demek.
https://www.gezinceguzel.com/madridin-sasirtici-yuzu-baskentin-az-bilinen-ilginc-gercekleri/İşte, İspanya’nın başkentinde geçireceğiniz mükemmel bir günü planlamanıza yardımcı olacak en iyi rehber. Aklınızdaki muhtemelen soru ise ‘Madrid’i keşfetmek için bir gün yeterli mi?’ Şehri derinlemesine keşfetmek için daha fazla vaktimiz olmasını tercih etsek de, bazen elimizde sadece 36 saat oluyor. Bu sürede şehrin atmosferini solumak ve en görülesi yerleri keşfetmek için iyi bir başlangıç yapabilirsiniz. Ancak, Madrid’de sadece kısa bir mola vermekten daha fazlasını istiyor ve şehirden birkaç günlük geziye çıkmak istiyorsanız, Madrid’de en az birkaç gün ayırmanızı öneririm. Madrid ile ilgili şaşırtıcı gerçekler listesine de bu yazıyı okumaya başlarken mutlaka bir göz atın 🙂
Madrid Ulaşım
Madrid’i ziyaret etmeden önce Paris, Kopenhag, Amsterdam gibi Avrupa şehirlerini gezdiyseniz, Madrid’i de oralar gibi yürüyerek gezebileceğinizi düşünerek yanılabilirsiniz. Madrid’de hem toplu taşıma kullanmak hem de bolca yürümek gerekiyor.
Biz EasyJet ile sabah çok erken bir saatte Londra-Gatwick’ten Madrid’e uçtuk. Önerim, böyle kısa süreli gezilerinizi hafta içine getirebilirseniz, hem daha az kalabalık olacak hem de uçuş ve konaklama fiyatları daha uygun olacaktır.
Madrid Konaklama
Biz genelde 1-2 gece konaklamalı şehir turlarımızda olabildiğince merkezi ve ekonomik bir konaklama seçeneği tercih ediyoruz. Bu sefer evimizi airbnb üzerinden Chueca bölgesinde tuttuk ve bir gece için temizlik vs ücretler dahil 92€ ödedik. Özet olarak Madrid’de konaklama için tercih edebileceğiniz bölgeleri listeledim.
Bütçe dostu : La Latina, Lavapiés
Çocuklu aileler: Centro, Retiro, Salamanca, Cortes, Madrid de las Austrias
Daha canlı bir bölge isteyenler: Merkez, Malasaña, Chueca, Argüelles.
Madrid için merkez, Puerta del Sol’u çevreleyen alanı ifade ediyor ve bu bölge çevresindeki mahalleler, özellikle ana cazibe merkezlerine yürüme mesafesinde olmanın rahatlığı ve bir noktadan diğerine, kolayca hareket edebilmek için en uygun bölgeler.
1. Gün
Sabah erkenden Madrid’deyiz. Londra’dan sonra ılık, tatlı bir hava var. Havalimanından merkeze en kolay ulaşım yolu taksi veya transfer ayarlamak (yaklaşık 35-40€), ancak en ucuz yolu çoğu zaman olduğu gibi metro kullanmak. Madrid-Barajas Havalimanı’nın tam içinde yer alan metro biletlerini istasyonlarda alabilirsiniz (3€). Yaklaşık 25 dk sonra merkeze giden 8. hattı kullanmanız gerekiyor. Ne yazık ki bu hat doğrudan Madrid’in turistik bölgesine gitmiyor. Örneğin, Plaza Mayor’a gitmek için Nuevos Ministerios istasyonunda hat değiştirmeniz gerekiyor.
İspanya’da kahvaltı hakkında bilmeniz gereken bir şey varsa, o da günün en hafif öğünü olduğudur. Biz de öyle yaptık ve ilk gördüğümüz yerden aldığımız domatesli tostlar ile geçiştirdik, zira günün geri kalanında bol bol tapas yiyeceğiz. Şimdiden uyarayım, bu Madrid gezimiz, açıkçası müze vs. gezmekten çok yemek yeme üzerine diyebilirim.
Prado Müzesi
İlk olarak, Prado Müzesi’ne yol alıyoruz. Goya, Velázquez ve El Greco gibi sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapan bu dünyaca ünlü müze, sabah erken saatlerde daha sakin oluyor. Bu kısa şehir turlarında eğer müze gezecekseniz, planlamanızı iyi yaparak biletinizi online olarak almanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Böylece bilet kuyruklarında veya karar verme sırasında zaman kaybetmezsiniz. Giriş 15€, çocuk 7.5€.
Biz öncesinde araştırırken Reina Sofía Müzesi veya El Prado arasında kaldık ve El Prado’yu seçtik. Açıkçası, kısa sürede iki büyük müze gezmek, şehirden alacağımız tadı azaltabilirdi. Sizin için kısaca Reina Sofía Müzesi’nden de bahsedeceğim seçim yapabilmeniz için. Reina Sofía Müzesi, öncelikli olarak 20. ve 21. yüzyıllara ait İspanyol sanatına odaklanmaktadır. Pablo Picasso, Salvador Dalí, Joan Miró ve modern ve çağdaş sanatın diğer önemli figürlerinin eserlerinden oluşan önemli bir koleksiyona ev sahipliği yapar. En bilinen eseri, 20. yüzyılın en ünlü sanat eserlerinden biri haline gelen güçlü bir savaş karşıtı tablo olan Picasso’nun “Guernica”sıdır.
Eğer modern ve çağdaş sanata ve 20. yüzyılın politik tarihine daha fazla ilgi duyuyorsanız, Reina Sofía ziyaret edilmesi gereken bir yerdir. Öte yandan, ilginiz Rönesans’tan erken modern döneme kadar olan klasik ve tarihi sanata yönelikse, El Prado eşsiz bir koleksiyon sunuyor.
Prado Müzesi, Madrid’in en önemli ve dünyanın en büyük sanat galerilerinden biri. 1819 yılında halka açılan müze, Avrupa sanatının 12. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönemini kapsayan geniş bir koleksiyona sahip. Müzenin koleksiyonu, İspanyol sanatının yanı sıra, Flaman, İtalyan, Fransız ve Alman eserleri de içerir. Prado Müzesi’nin en bilinen eserleri arasında Velázquez’in “Las Meninas”ı, Goya’nın “Mayıs 3, 1808” tablosu ve Hieronymus Bosch’un “Bahçenin Zevkleri” yer alıyor. Müzede ayrıca Titian, Rubens, El Greco ve Raphael gibi diğer önemli sanatçıların çalışmaları da sergileniyor. Müzeyi ziyaret etmek için en iyi zamanlar genellikle sabah erken saatler veya öğleden sonra geç saatlerdir, böylece kalabalıklardan kaçınabilir ve eserleri daha rahat inceleyebilirsiniz.
Retiro Parkı
Müze ziyaretinizin ardından, şehrin yeşil cenneti ve göletinde bot gezintisi yapabileceğiniz Retiro Parkı’na geçebilirsiniz. Müze ile neredeyse yanyana konumdalar. Biz Londra’da yeşile ve parka doyduğumuz için burada çok zaman geçirmek istemedik. Retiro Parkı’nı Madrid gezisi için opsiyonel bir nokta olarak haritaya ekliyorum. Sanat sergilerine de ev sahipliği yapan ikonik Kristal Saray’a sahip olan park, 2021’den bu yana UNESCO Dünya Mirası listesinde.
Palacio de Cibeles
El Prado sonrası parka uğrasanız da uğramasanız da bir sonraki durağınız Palacio de Cibeles önünden geçerek San Antonio de los Alemanes Şapeli olsun.
Palacio de Cibeles, Madrid’in en ikonik yapılarından biri olarak kabul edilir ve şehrin kalbinde, Cibeles Meydanı’nda yer alır. 1909 ile 1919 yılları arasında inşa edilen bu görkemli bina, başlangıçta İspanya’nın posta ve telegraf merkezi olarak hizmet vermiş olup, günümüzde Palacio de Cibeles, Madrid Belediye Binası olarak kullanılmaktadır.
San Antonio de los Alemanes Şapeli
Bu şapel o kadar güzel ki, ‘Madrid’in Sistine Şapeli’ olarak adlandırılıyor. İçi tamamen fresklerle kaplı olan şapel, ziyaretçilere görsel bir şölen sunuyor ve Madrid’in en etkileyici, en gizli sanatsal hazinelerinden biri. Sadece muhteşem sanat eserleriyle değil, aynı zamanda sunduğu huzurlu ve mistik atmosferle de büyüleyici bir yer. Madrid’in hareketli sokaklarından sadece birkaç adım uzaklıkta, bu eşsiz sanat hazinesini keşfetmek için biraz zaman ayırmanızı öneriyorum.
Atocha Tren İstasyonu
Reina Sofía’yı ziyaret ettiyseniz, sadece birkaç dakika yürüme mesafesinde olan Atocha Tren İstasyonu’na uğrayabilirsiniz. Tren istasyonunun dışı ilk bakışta sıradan görünse de, iç kısmı ziyaret etmek için ücretsiz ve sçok güzel bir tropikal bahçeye ev sahipliği yapıyor. Bahçe, 1992 yılında açılmış ve içerisinde çoğunlukla tropikal çeşitlerden oluşan yaklaşık 7.000 bitki bulunuyor.
Mercado de San Miguel
Öğle yemeği için durağımız Mercado de San Miguel, burası Madrid’de yemek yemek ve bir şeyler içmek için harika bir yer. Sabah 10:00’dan gece yarısına kadar açık olan pazar, orijinal olarak 1916 yılında kapalı bir gıda pazarı olarak halka açıldı ve binası İspanyol başkentinin en iyi demir yapı örneklerinden biri olarak kalmaya devam ediyor.
İçeride, yerel üreticilerden gelen taze malzemelerle hazırlanan, geleneksel İspanyol yemekleri, modern tapaslar, İspanyol şarapları ve içkileri, taze Galiçya balıkları gibi çeşitli lezzetler bulabilirsiniz. Pazar, sadece bir alışveriş yeri olmanın ötesinde, aynı zamanda bir sosyal buluşma noktası, gastronomi meraklılarının yeni tatlar keşfettiği ve yerel halkın günlük yaşamının bir parçası haline gelmiş bir yer olduğu için Madrid’in canlılığını da hissediyorsunuz. Şehirdeki, İspanya’nın dört bir yanından tüm çeşitlerdeki yiyecekleri tek bir çatı altında deneyebileceğiniz birkaç yerden biri.
Buralara kadar gelmişken La Hora del Vermut’dan alacağınız birer vermutla pazar turuna başlamak güzel fikir. Vermut, aslen şaraba çeşitli bitkiler, baharatlar ve tatlandırıcılar eklenerek aromalandırılan bir içki. Bu karmaşık lezzet profili, hem acıyı hem de tatlıyı bir arada sunuyor. Madrid’de genellikle musluktan servis edilen vermut, bu dengeyi mükemmel bir şekilde yakalıyor. İçkinin yanında servis edilen banderilla, yani çeşitli turşuların şişe dizilmesi, vermutun tatlı notasını dengelemek için ideal bir eşlikçi. Biz iki vermut, marcano bademleri ve şişe dizilmiş zeytinlere 7€ ödedik. Bu arada 80’e yakın çeşit varmış bu mekanda.
Madrid, İspanya’nın en iyi deniz ürünlerine ev sahipliği yapıyor ve deniz ürünü seviyorsanız binbir çeşit deniz ürünlü tapas bulabileceğiniz La Casa del Bacalao tam size göre. Bacalao morina balığı demek, isminden de anlaşılacağı üzere, tuzlu morina buranın spesiyali. Biz biraç çeşit denedik ve gerçekten çok beğendik. Tapas adeti olarak 2€ gibi düşünebilirsiniz.
Benim biraz farklı lezzetler deneyebilmem için açıkçası biraz da içmem gerekiyor. O zaman şimdi bir cava zamanı. İspanya’nın şampanyaya yanıtı olan ve çoğunlukla Katalonya’da üretilen cava, Madrid’in içme kültürüne taze bir dokunuş getiriyor. Elimizde cavalarımız pazarı keşfetmeye devam ediyoruz. Gerçekten inanılmaz bir yer. Peynirler, istiridyeler, tatlılar kalabalığa rağmen pazardan çıkmak istemedik. Biraz peynir, biraz şarküteri, biraz daha tapas denedik.
Plaza Mayor
Madrid’deki zamanınızda kesinlikle kaçırmamanız gereken yerlerden biri, Plaza Mayor. Adından da anlaşılacağı üzere, Madrid’in ana meydanı diyebiliriz. Avrupa şehirlerindeki bu meydan kültürüne bayılıyorum. Dikdörtgen şeklindeki Plaza Mayor, merkeze bakan 237 nefes kesici balkonu olan konut binalarıyla çevrili. Plaza Mayor, pazarlardan boğa güreşlerine, halka açık infazlardan kraliyet törenlerine kadar tarihte Madrid yaşamının merkezi olmuştur. Meydanın en dikkat çekici özelliği, yüzyılların sessiz gözlemcisi olarak duran, muhteşem fresklerle süslenmiş Casa de la Panadería’dır. Geleneksel dükkanlar ve kafelerle çevrili kaldırım taşlı sokaklar, ziyaretçileri otantik Madrileño yaşam tarzına dalmaya davet ediyor. Madrid’in canlı kafe kültürünü deneyimlemek için, birine oturup biraz dinlenip meydanı izleyerek keyif yapabilirsiniz. Meydanda, Kral III. Felipe’nin at üzerindeki heykeli gibi dikkat çekici anıtlar bulunuyor.
Madrid’i kış aylarında ziyaret ediyorsanız, Kasım sonundan Aralık sonuna kadar meydanda düzenlenen büyüleyici Noel Pazarı’na denk gelebilirsiniz.
Karnımız doysa da gözümüz churros arıyor. Tipik bir İspanyol tatlısı olan churros’u denemek için Madrid’deki en ikonik yer, Plaza Mayor’a yaklaşık 5 dk yürüme mesafesindeki Chocolatería San Ginés. Bina 1894 yılında bir misafirhane olarak inşa edilmiş, ancak aynı yıl içerisinde churros üreten bir yere dönüştürülmüştür. Tatlı kızarmış hamurunuzu içine batırmak için ılık bir çikolata kasesi ile servis ediliyor ve çikolata sosu bana göre biraz fazla tatlı olsa da churros çıtır çıtır gerçekten nefis. İki kahve ve altılı churrosa 10€ ödedik.
Puerta del Sol
İspanya’nın Kilometre Sıfır noktası, Madrid’in tarih kokan yarı dairesel meydanı Puerta del Sol’un tam ortasında yer alıyor. Eski Postane binasının saat kulesinin hemen dışında, yere yerleştirilmiş bu plakayı fark etmek kolay olmayabilir. Ayrıca, bu bölgedeki eski saat kulesinin İspanya için resmi zamanı tuttuğuna da inanılıyor. Haritada işaretledim.
Madrid Kraliyet Sarayı
Artık biraz yürüme ve yediklerimizi eritme zamanı. Madrid’in kraliyet sarayı İspanya Kraliyet Ailesi’nin resmi konutu olup, 18. yüzyılda inşa edilmiştir. Muazzam bina, 3418 odaya sahip ve Avrupa’daki en büyük işler durumdaki kraliyet sarayı. Elbette, bir ziyarette tüm odaları gezmek mümkün değil, ama bu görkemli Saray’ın bir kısmını görebilirsiniz. Sarayı ziyaret etmek, ziyaret tarzınıza bağlı olarak bir ile iki saat arasında sürebilir. Zaman kazanmak adına, Madrid Kraliyet Sarayı biletlerinizi önceden ayırtmanızı öneririm.
Almudena Katedrali
Almudena Katedrali, Madrid’in merkezinde yer alan ve şehrin en önemli dini yapılarından biridir. Madrid Kraliyet Sarayı’nın karşısında bulunan bu muhteşem katedral, 1993 yılında Papa II. Jean Paul tarafından kutsanmıştır. Neoklasik, Gotik ve Romanesk mimari stillerinin bir karışımını gösteren yapısıyla dikkat çeker. İspanya’nın başkentinin koruyucu azizesi olan Almudena’nın anısına inşa edilen katedrale giriş ücretli 7€. Biz sarayı dışardan görüp buraya girmeyi tercih ettik.
Debod Tapınağı
Günün son durağı Mısır’dan Madrid’e taşınmış olan ve saraya yaklaşık 20 dk yürüme mesafesindeki M.Ö. 2. yüzyıla tarihlenen antik Debod Tapınağı. Yol üzerindeki Sabatini Bahçesine de şöyle bir göz atabilirsiniz. Koskoca tapınak nasıl taşınmış Mısır’dan diyorsanız Londra’daki Britanya Müzesini gezmemişsinizdir, oradan farklı olarak bu tapınak İspanya’ya Mısır tarafından hediye edilmiş.
Çok yorulmuş olsak da Madrid’deki günümüzün mükemmel bir şekilde tamamlandığını hissediyoruz.
Otele geçip, birazcık dinlenip kendimizi tekrar Madrid sokaklarına daha çok tapas yemeğe bıraktık 🙂 Tapas turu için Malasaña ve La Latina’yı bölgelerini öneririm.
Malasaña
Malasaña şehrin yaratıcı ve yenilikçi ruhunu yansıtıyor. 1980’lerin Movida Madrileña’sının merkezi olarak, İspanya’nın modern kültürel devrimine beşiklik etmiş bu canlı mahalle, bugün de Madrid’in en dinamik ve canlı bölgelerinden biri olarak öne çıkıyor. Dar sokakları, renkli duvar sanatları, bağımsız butikleri ve vintage dükkanları ile Malasaña, özgürlüğün ve yaratıcılığın bir simgesi haline gelmiş. Plaza del Dos de Mayo, Malasaña’nın kalbi olan meydanı ve her daim hareketli.
Tapas barları ile ünlü olan Malasaña aynı zamanda sanat ve kültür meraklıları için de bir cennet. Galeriler, tasarım atölyeleri ve bağımsız tiyatrolar, bu mahallenin kültürel dokusunu zenginleştiriyor. Biz bu mahalleyi çok sevdik ve La Latina’yı bir sonraki güne bırakıp, flamenko gösterisi öncesi zamanımızı burada geçirdik.
Flamenko
Madrileñolar, gecenin günün en önemli zamanı olduğuna inanırlar bu yüzden de şehirde gece boyunca hayat hiç durmuyor. Madrid bir flamenko gösterisi izlemek için doğru şehirlerden biri ve birkaç mekan bu anlamda öne çıkıyor. Biz tercihimizi Corral de la Moreria yana kullandık. Corral de la Moreria, dünyanın en ünlü flamenko kulüplerinden biri olarak kabul ediliyor ve büyüleyici performanslarıyla ziyaretçilerine unutulmaz bir deneyim sunuyor. Yedi yaş altının giremediği mekan için bilet fiyatı bir içecek dahil 50€ ve önceden rezervasyon yapmakta fayda var.
2. Gün
Kahvaltı çin kaldığımız yere yürüme mesafesindeki Bucólico Café’yu tercih ettik. Haritaya işaretlediğim bu mekana yakınlarda kalıyorsanız kahvaltı için kesinlikle öneririm. Çok güzel kahveleri ve zengin, leziz bir menüleri var.
Plaza de Chueca
Ardından Madrid’in güzel meydanlarından biri olan Plaza de Chueca’da, Londra’ya döndüğümüzde özleyeceğimiz güneşin tadını sokaktaki masalardan birine oturup sangria içerek çıkarttık.
La Latina
Madrid’in tarihi dokusu ve modern ritmi arasında, La Latina bölgesi kendine has bir yer tutuyor. Tarihi binaları ve canlı atmosferi ile bu mahalle, Madrid’in en eski ve en karakteristik bölgelerinden biri. Madrid’in Moor döneminden kalma dar sokakları, bir zamanlar Madrid’in en önemli merkezlerinden biri olan ve şimdi eğlence ve gastronomi merkezi haline gelen bölgeye açılıyor. Tapas deneyimi için La Latina’daki Cava Baja ve Cava Alta sokakları adeta cennet. Bölgede kurulan El Rastro, Avrupa’nın en ünlü bit pazarlarından biri, merakınız varsa bu pazara erkende gelin ve pazarlık yapmaktan çekinmeyin. .
Gran Vía
Gran Vía mağazalar, restoranlar ve tiyatrolarla dolu Madrid’in en ünlü caddesi, burada yürüyüş yapabilirsiniz. 1910 yılında inşaatına başlanan ve 1929’da tamamlanan bu büyük bulvar, Madrid’in modernleşme sürecinin bir simgesi haline gelmiştir.
Tortilla de Patatas
Şehirden ayrılmamıza çok az bir zaman kala farkediyoruz ki dünyaları yemişiz ama Tortilla de Patatas yememişiz 🙂 Eksik kalmasın diye belirlediğimiz mekan La Tortilla Castiza. Alt tarafı patatesli omlet diye düşünmeyin, bu başka birşey.
Plaza De Toros De Las Ventas
Plaza de Toros de Las Ventas, sadece İspanya’nın değil, dünyanın da en ünlü boğa güreşi arenalarından biri. Dünyanın en büyük üçüncü boğa güreşi arenasına olan 1931 yılında kapılarını açan bu etkileyici yapı, Madrid’in Salamanca mahallesinde yer alıyor ve Neo-Mudejar mimarisiyle dikkat çekerken, zengin süslemeleri ve kırmızı tuğlalarıyla görenleri kendine hayran bırakıyor.
Las Ventas, boğa güreşi sezonu boyunca, özellikle Mayıs ve Haziran aylarındaki San Isidro festivali sırasında, yerel halk ve turistler tarafından yoğun ilgi görüyor. Arena, 23.000’den fazla seyirci kapasitesiyle sadece boğa güreşlerine ev sahipliği yapmakla kalmıyor, aynı zamanda konserler, siyasi toplantılar ve diğer büyük etkinlikler için de kullanılıyor.
Açıkçası bizim içimize sinen bir etkinlik olmadığı için gitmeyi düşünmedik ancak İspanyol kültürünün önemli bir parçası olduğu için listeye ekledim.
Artık dönüş zamanı, Londra tam da tahmin ettiğimiz gibi bizi bulutları ile karşılıyor.